Yıl 1987. Yüksekova İran sınırı. Kerpiçten bir evin odasi. Tahta bir pencereden süzen ışık. Yerde iki minder. Her ikisinin arkasında el dokumasi halıdan iki yastık. Minderin birinde birkaç gün önce girdiği çatışmada bir kurşun yese hayatta ve orada olamayacak, peşmerge kıyafetli bir Azeri Türk. Yanında kaleşnikof silahı. Diğerinde ben.
*
İdrisi-Bitlisi, Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail... Bir tartışmadır aldı başını gidiyor. Şah İsmail, Tebrizli bir Azeri Türk. Ve bir de bugünlerde İran’da şampiyon olan Tebriz Türk takımı Traktör Sazi var.
Bu tartışmalar aldı beni yıllar yıllar öncesine, Hakkari sınırında bir kerpiç evde, İran Ordusu’ndan kaçıp bizim deyimimizle dağa çıkmış Tebrizli bir Türk üsteğmen ile buluşmamıza götürdü. "Yazayım birgün." dedim. "Yaz" dediler.
*
Yüksekova’dan yola koyulan bir askeri jeep’in arka koltuğunda oturuyorum. Belimde smith wesson tabancam, elimde G-3 tüfeğim. Jeep’in önünde şoförün yanında bölük komutanı üsteğmen oturuyor. Arkada bir manga asker bir askeri araçla bizi takip ediyor.
Yıl 1987. Yer Hakkari. İran sınırına doğru gidiyoruz. Sınıra ulaştıktan sonra bu kez Şemdinli tarafına dönüyor jeep, sınır boyunca güneye doğru gidiyoruz. Sınır dediğin de şırıl şırıl akan bir dere... Biraz sonra üsteğmen konuştu.
-Erhan az ilerde sınırın hemen karşısında kaleşnikoflu peşmergeler göreceksin. Onlar İranla çatışırlar. Bizimle sorunları yok. Bilgin olsun. (Ne olur ne olmaz diye uyarılıyor, bilgilendiriliyorum.)
Gerçekten beş dakika kadar sonra derenin karşısında, anlatılan peşmergeleri görmeye başladım.
Yazlık çadır karakolu karakolum. İlk gece hiç uyumadım. (Sonraki günlerde de geceleri uyanık gündüzleri bir kaç saat uykuyla geçecekti günlerim) Gece boyu İran tarafındaki arazilerde silah sesleri durmadı. İşaret fişekleri atılıyor sürekli. Kırmızı, sarı, beyaz gibi... Haberleşiyorlarmış.
Çok kısa süre sonra derelerin birinde öğlen vakti başlayan bir çatışmayı film izler gibi, tam siper yatarak izledim askerlerimle. Bizim tarafa geçerlerse koymayacağız, durduracağız. İran'ın pastarları ile bu peşmergeler çatıştı. Birkaç saat sürekli sıktılar birbirlerine. İranlılara arkadaki tepeden havan atışlarıyla destekte geliyor.
*
Karşımızda bir kamp var; gerilla mı desek, peşmerge mi nasıl tanımlasak karar veremedim. Orada barınanlar İran’ın pastarlarıyla çatışıyorlar. İran Kürt peşmergelerinin (PEJAK) kampları. İçlerinde Azeri Türklerin de olduğunu, çok da iyi Türkçe konuştuklarını öğreniyorum. Köylülerle haber göndererek Azeri Türklerden birini görüşmeye çağırıyorum.
Başta söz ettiğim kerpiç evde buluştuk. Benimle buluşmaya gelen kişi benden önce gelip oturmuş. Köyün misafir odası olacak oda boş. İki minder serili. İki halı yastık var. Birinde o, oturuyor, birinde ben. Bende sadece tabancam var. O kaleşnikofu yana koymuş, boynundan aşağı iki el bombası sallanıyor. İri yapılı peşmerge giysili bir insan. 30’larında var yok. Birkaç gün önce benim de seyrettiğim o çatışmanın tam ortasına yer alanlandan biri olduğunu öğreniyorum. Birkaç kişi yaralanmış.
Başlıyoruz sohbete...
İran Ordusu’nda üsteğmenmiş. Azerbeycanlı, Tebriz tarafında doğmuş, Ailesi Türk. Şah yıkılıp Humeyni geldikten sonra Azerbeycanlı Türkleri devlet kurumlarından dışlamaya başlamışlar. Bir de çok bilinen Azeri bir din adamı öldürülmüş. Çok ciddi sıkıntılar başlamış Azeri Türklerle İran Pastarları arasında. Bunun üzerine orduyu terk edip "Azerbeycan Devrimci Demokratları" diye bilinen bir gruba katılmış. (Bir yandan da tütün sarıyor. Bana da ikram etmek istedi. Kullanmadığımı söyleyip teşekkür ediyorum. Başka da içecek bir bardak su bile yok.)
Silahli Kürt muhaliflerle anlaşmalarındaki tek ortak noktanın, düşmanlarının aynı olması olduğunu söylüyor. İran Pastarları hem Kürtlerle hem Azerbeycanlı bu gruplarla çatışıyor.
Çok iyi Türkçe konusuyor.
Türkiye’den kimleri biliyordu acaba, Türkiye yi nasıl görüyordu. Bunları sordum.
-Türkiye büyük devletti. Ancak kendilerine yardım etmiyordu. Erdal İnönü’yü Özal’ı, Demirel i biliyordu.
Döne döne Tebriz’in güzelliğinden bahsediyordu. İran’da Azerilerin özerkliğini eninde sonunda sağlayacaklarına inanıyordu. Lenin’in "Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" söylemine vurgu yapıyordu. Buna göre "Her ulus kendi geleceğini kendi belirleme hakkına sahiptir. Kimse bir ulusun hayatına zorla müdahale etme, okullarını ve diğer kurumlarını yok etme, gelenek ve göreneklerine saldırma, dilini baskı altına alma ve özgürlüklerini kısıtlama hakkına sahip değildi." Ama İran’da Azerilerin tüm hakları gasp edilmişti.
*
Sohbetin ilerleyen bölümünde benden at da dahil bazı istekleri oldu. (Karakollarda kaçakçılardan yakalanmış atlar da bulunabiliyor. Bunların hemen hepsi, bağlı olduğumuz tabura teslim ediliyor. Ama bir kaç tane de yük falan taşımak için barındırılabiliyordu. Ki onları da devriyelerde falan kullanamıyoruz. ) Taleplerini yerine getirmemin mümkün olmadığını belirtmem üzerine sitem etti.
-Siz Türkiye hep böylesiniz zaten. "Gardaş gardaş" dersiniz, hiç yardımcı olmazsınız. Biz devlet kuralım ondan sonra ortaya çıkarsınız "gardaş" diyerek...
Üzüldüm tabi. Ama böyle bir şey mümkün değil. Üstelik benim böyle bir yetkim de yok.
*
O gün sohbet ettiğim kişi, bugün gündeme gelen Şah İsmail gibi Tebrizli bir Azeri Türkmendi. Türkiye’ye yönelik olumsuz bir bakışı yoktu. Sadece sitemi vardı. Çok uzak ihtimal ama eğer yaşıyorsa Traktör Sazi’nin şampiyonluğuna çok sevinmiştir mutlaka.
Şimdi ülke olarak bizim o bölgede en yakın ilişki kuracağımız bir topluluğu bugün TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un söylemiyle düşmanmış gibi bir konuma yerleştirmek, bize ne fayda sağlar? Hakikaten soruyorum ne sağlar. Tebriz ve çevresinde yaşayan Türkler bizim çok yakın dostlarımız. Yüzyıllar önce yaşanmış olayları, dönüp bugüne ilişkin çözüm arayışlarına araç olarak yerleştirmek ne sağlar ayrıca?