Tat yok gecesinde gündüzünde

Ben neyleyeyim bu yeryüzünde,

diye dizeleriyle sitem eden Andülhak Hamit’ten henüz habersizken daha,düşünsel tatlar almanın karşı koyamadığım şehvetine düşmüştüm. Çocuktum,kimsenin doğru düzgün adam yerine koymadığı,  memleketimin sessiz çoğunluğuydum.! Zannediyorum ilk olarak içimdeki acıma duygusunun da tesiriyle,boynuzlarını birbirine kuvvetlice vurarak dövüşen ineklerimizden birinin kökünden kırılan uzantısının yaralı boşluğundan tekrar çıkmasını çok istediğimdendir ki,böyle birşeyin mümkün olup olmayacağını günlerce araştırmıştım.Us dairem biraz daha genişlediğinde ise,köyümde yaz kış boşa akan derelerimizin üzerine baraj kurup enerji üretebilirmiyim düşüncesi aylarca kemirmişti canımı da,böyle bir su hacminin yeterli olmayacağını öğrenip huzura ermiştim.

Nerde ayakları kopmuş,kulakları kesilmiş,vücudu yara bere içinde kedi köpek varsa,bahçemize toplayıp onlara yapay organ oluşturma çabalarımı da sayarsak,çevremizdeki bilumum ızdırabı,sanki dünyanın bütün yükünü taşıyacakmış kadar cesurca sırtlanmak istediğimi hatırlıyorum çocukluk yıllarımda!

*

Daha o zamanlardan adil bir adam olacağım,ezilenin yanında duracağım ne kadar belliymiş değilmi efendim?(yazar burada,yazının gidişine göre motivasyon için kendini cilalayıp eser miktarda motivasyon sağlamak istiyor sevgili okurlar..haa ha ha.) Sömürüldüğünü, zulmedildiğini farkettiğim her kim ve ne varsa ona karşı kafamda başlayan sorular ve aynı zamanda sonu olmayan çözümler aramakta demekti! O yaşlardaki fikrimce bulabildiğim çarelerin bazıları son derece gerçeküstü olurken,diğerleri de şu anda bile bana hayret verecek kadar durulmuş bir kişiliğin öngörüsü gibi derli topluydu.Şimdi bulunduğum yerden ardıma baktığımdaysa,kimi çok huzur duyuyorum, kimi ise yaşadıklarımda gülümsetecek çocukça kusurlar buluyorum.Ama en çok,içimde boydan boya gidip gidip tekrar geri gelen kuzguni bir özlem duyuyorum çocukluğumun karşısında.

*

Beyaz sabun kokusu,sadece temizlik olarak yorumlanmazdı toplumda.. annnelerin kalbine düşen huzur payı, evin ocağın prestiji,çevreye saygı diye yansıyan mucizevi bir çabanında adı sayılırdı.Sabun kokan dirseği sökük kazağımı,burunlarını topa vurayım derken bozuk zemine attığım tekmelerle soyduğum mavi ayakkabılarımı,üzerine uzunca ve kalınca bir balya teli takıp ayakta sürmeyi akıl ettiğim naylon Reno steyşın arabamı,babamın söğüt ağacının ince dallarından düdük yapmayı öğrettikten sonra benim de yapmam için pazardan aldığı gümüşi renkli çakıyı...pembe dudaklı,siyah burunlu,yamçı kuyruklu,gri-sarı-kara renkli köpeklerimizi bir bilseniz nasıl özledim;anlatmak katiyen mümkün değil! Bazan böyle anlatımsız kaldığım zamanlarda,barometrenin ısıyı ölçmesi gibi,insanın içinden geçenleride ölçecek bir alet icat edilmezmiydi diye düşündüğüm çok olmuştur hani. Mesela sıfırdan yüze kadar olan skala üzerinde,son rakama yaklaşan ölçümler insanın delirecek kadar çok özlediğini anlatsa!Veya yüze dayanan ibrenin insanın ömründe en çok,belli de en son isteği olduğunu belirten bir düzenek bulunsa,müthiş birşey olmazmıydı ha!

*

Farkındayım,konu çok dağılmadan yazının sınırlarını çekip çevirmeliyim artık.Ama bunu usulünce mi yoksa meşrebimce mi yapmalı karar veremedim.Sanki kendini zoraki sürdüren bir metin bu;hissettiniz sizde değilmi! Sorsanız delişmenimdir biraz,ama ne yalan söyleyeyim cümlelerle didişmek şu anda hiç arzu etmediğim bir durum.Peki,sürdürüyorum metnin ardına takılıp yürümeyi,bakalım nereye ulaşacağız efendim!

*

Şimdi andığımda kirpiklerimin dibine kadar sızısını duyduğum çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın temel dayanağı, o günkü koşullarda çerçevesini oluşturmaya çalıştığım yaşam biçimimdi diyebilirim.Ben ve arkadaşlarım,kırağının kerametini sabahın ilk ışıklarına kadar bedenlerine yedirerek büzüştürdüğü karanfillerin,karagözlerin,sardunyaların güneşle güldüğünü görerek büyülenipte öyle büyüyenlerdeniz! Biz sağlı sollu ahşap bahçe kapılarını işgal etmiş koyu yeşil renkli,beyaz sarı çiçekli hanımelilerin şimdilerde ömrümüzü terki diyar ettiği nefis kokularında inançlarımızı oluşturanlardanız erenler!

Merak duygusu değil midir beşeri kâinatın sonsuz boşluğunda imleyen ve o bilinmezlikte kaybolmasını önleyen! Aslında insanın beş değil,otuzun üstünde duyusu mevcuttur. Gördüğü, dokunduğu, yoğunluğunu duyduğu oranda kalbine yazdıklarının peşine düşmez mi kişioğlu! O heves değil midir gelişip güzele varmamızı kolaylaştıran.İlk Afrika’nın doğusundan yeryüzüne yayıldığını bildiğimiz atalarımız,önündeki tepelerin ardını merak ettiği için dünyayı keşfetmiş değil midir? Böyle böyle bugünün hayret verici gelişmesine ulaşmamışmıdır aslında insanlık?

Zannederim,benim de bilmeye olan açlığım,çobanlığını yaptığım ineğimizin kökünden kırılan boynuzunun tekrar vücut bulmasını istememle birebir alâlkalı olmalıdır. Hatırladığım kadarıyla bir başıma ilçeye varıp, o zamanlar sadece belediye bünyesinde görev yapan veterinere kadar ulaşmıştım bu nedenle.İğne,ilâç,merhem ne varsa sorup zavallı adamı bilabedel yormuş,ama bir o kadar da şaşırtmıştım sanırım.Tek boynuzu kalmış hayvancağızın kafasındaki kanlı oyuğun üzerinde sinekler gezen sancısını bazen gözümde canlandırıp bugün bile üzülürüm!

*

Şimdi bütün yaşadıklarıma bakarak rahatlıkla diyebilirim ki,insanlığı geliştiren etmenlerin en başında merak ve empati duygusu gelmektedir.Ancak,yalnızca ikisidir demek sınırlı,hemde sorunlu bir yaklaşım olur.Belki iki temel duygulanım şeklimizi açımlamak ihtiyacı içindeydim demek çok daha yerini bulan bir ifade olacaktır.Yani,bilhassa hayatımızdan gelip geçen o zavallı hayvanların ızdırabını özünde anlayan kişi çareleri önüne koyar öyle düşünür. Ve,veya bozulmuş bir saatin içini açarak elemanlarını kurcalayan..ya da çevresinde sürekli gözlem yapan meraklı kimseler zamanla sağlıklı bilgilere ulaşacaklardır. Bulduklarıyla ise deneyip yanılarak,yenilmez ve yanılmaz olmanın yollarını arayacaklardır yaşadıkça..

*

Siyah üzümün suyunun beyaz olduğunu, ama renk pigmentlerinin kabuğunda bulunduğunu.. böylelikle kırmızı şaraba rengini verenin sıkıldıktan sonra tekrar üzüm suyunun içine boşaltılan kabuklarından geçtiğini, merak edenler öğrenirler ancak!

Bir de kafasının üzerindeki gök kubbede açılan koskoca karadeliğin altında yaşamaya bir anlam aramaya çalışan ve gayrı tavanı delinmiş bu koca dünyada kolay kolay mutlu olamayacağını anladığımdan beri, sadece “bilmek” ediminin iyileştiriciliğine sığınan insanlar fark ederler herhalde!

*

Filvaki, insan kökenli kötülüğün artmasından dolayı, dünyadaki acıların ağırlığıyla ekseni kayan ve arzın boşluğunda sersem sepelek dönen dünyanın yükünü azaltırsa artık merak, merhamet ve melâmetin beslediği ruhlar azaltacaktır. Umudum odur, başka türlüsü de pek mümkün değildir!

Aristo'nun mantığıyla söyler isek; cahil olan aynı zamanda bilmenin en başında duran, aynı zamanda öğrenmenin yolunu arayan kişidir.

Ona göre cahil insan öğrenmeye adayken, gafil sınıfına koydukları ise katiyen öğrenme isteği duymayan kimselerdir.

Bilmek isteyen insan mutlak surette merak duygusunu içinde söndürmemiş, onun ihtiraslı ısrarına engel olmamış şahıslardır.

Özetle, “Sen korkacaksan cahilden değil, beton kütle gibi bir noktaya sabitlenmiş gafilden kork” der Aristo.

Şimdiye kadar muradımı hem özel, hem öznel örneklerle desteklemeye çalışırken, öğrenmeye karşı hassasiyetle yola düşüp nerelere vardığımı siz sevgili okurlarımla paylaşarak ve okumakta olduğunuz satırlara bundan sonraki düşüncelerimi çatı eyleyerek yazımın yapımını tamamlamak niyetindeyim.

*

Ne ilginç! deniz balıklarının isimlerinin neredeyse tamamı Yunancadan alınmayken, göl balıklarına verilen adların hemen hepsi Türkçeden gelmektedir! Tabii bendeniz fark ettiğiniz üzere dayanamayıp, balıklama daldım bu konunun merkezine.

Mevzu derin, öyle olduğu içinde bundan sonrasını okumadan yazıyı bir kenara koymayın derim.

Konunun etimolojisini araştırdığımda bir tek “hamsi” isminin Arapçadan geldiğini öğrendim! Daha derin tarih sularına indiğimdeyse anlamış oldum ki:

Biz Türkler, Anadolu'ya, Akdeniz'e, Ege'ye, Marmara etrafına yerleşmeden önce denizlerle bağımızın yok denecek kadar az olması ve bundan dolayı olacak içinde bulunan binlerce canlıdan bihaberdik! Çoğunluğu steplerde göçebe yaşayan bir halkın bunları bilmemesi gayet doğaldı.

Olağan olmayan yerleşik hayata geçtikten yüzyıllar sonra bile göçebe alışkanlıklarımızı terk edip, kent kültürünün sosyal yaşamı dönüştüren dinamizmine ulaşamayışımızdı!

*

Evet, insan tanıdığı şeyleri tanımlar, ardından da türlerine göre adlandırır değil mi?

Kuzeyden gelip buraları kendine yurt edinen Türklerin, deniz balıklarını bilmedikleri için onları kendinden önceki halkların andığı isimlerle dillerine yerleştirip şimdiye değin öyle söyleyegelmişlerdir dersek, yanlış bir analiz yapmış sayılmayız zannımca.

Peki, göl balıkları neden Türkçe adlarla anılıp anlatılmış o zaman? Bu soruya nasıl bir cevap vermek konuya açıklık getirir dersiniz?

Söyleyelim hemen efendim.

Dediğimiz gibi Türklerin geldiği coğrafyalarda deniz yoktu ama çokça göl mevcuttu.

İşte onun içindir ki göl, ırmak ve derelerde bulunan canlı türlerine, fethettikleri topraklarda rastladıkları sıfat ve adları değil, kendi dillerinde kullandıkları isimleri verdiler de ondan..

Bakın mesela Sazan, Karabalık, Yayın, Alabalık gibi türler hep tatlısu balıklarıdır ve okuduğunuz üzere Türkçe isimlerdir.

Fakat İstavrit, Palamut, Lüfer, Sardalye, Kefal vs. gibi türler ise deniz balığı olup isimleri Yunancadır.

Çok açık değil mi! insan toprağına benzerse, galiba balık da suyuna ve soyuna benziyor!

Ne demiştik daha önce.. bir şeyi adlandırmak için onu anlamak lazımdır. Anlamak içinse merak etmek, gözlem yapmak, soru sormak birde diğerkâm olmak lâzımdır ey kâri.

*

Öyleyse konuyu bağlamından koparmadan bir yere bağlayalım artık elbette.

Dünyada bütün büyük uygarlıklar su kenarlarında kurulmuştur.

Su ile toprağın buluştuğu yerler kültür, verim ve üretim olarak en bereketli topraklardır.

Mısır uygarlığı Nil dibinde, Yunan medeniyeti Ege'de, Roma devleti Akdeniz'in hemen kıyısında kurulmuşlardır; hepsini de dönemlerinin en gelişmiş uygarlıkları olarak tarih kaydetmiştir sayfalarına.

Görünen köy kılavuz istemez ..derenin sularında debelenmeye alışmış bizler, dünyanın içindekileri de, dibindekileri de hiç anlayamamışız ne yazık.

Anlamadığımız için ise ne adlandırabilmiş ne nimetlerinden faydalanabilmiş ve ne de yeterinde koruyabilmişiz.

Halbuki deniz demek uygarlık, bereket, gelişmek demektir. Deniz demek, ulaşım, erişim, kesişim.. dünyaya açılmak demektir.

Deniz kültür, arınmışlık, sağaltım, daha çok insanlaşmak demektir.

Unutmayalım.. üç tarafı denizlerle çevrili memleketimin, dört bir yanı da p*ştlarla çevrilidir!

Deryanın insan yaşamına katkılarını kavramadan, dermanın ondan olacağının katiyen farkına varamayız. Şimdiye kadar olduğu gibi..

Evet şimdiye kadar olduğu gibi!

Eğer iki bölümden oluşan uzunca yazıyı sıkılmadan okuduğunuzda ve hala vaktiniz kaldıysa, hemen Marmara'nın kenarında bir sandalyeye çöküp kendinize bol köpüklü bir Türk kahvesi söyleyin.. suyun arıtan mucizesine teslim edin ruhunuzu.

Afiyet olsun.