banner460
banner128

Saliç Abu’nun Lambası

Anadolu binlerce yıllık tarihinde; nice kahramanlıklara, sevdalara, zulme, cesarete, kahpeliklere, yiğitliklere tanıklık ede ede..  Büyüte büyüte  insana ait güzellikleri; yardımlaşmayı, sevgiyi, el ele vermeyi yaşatarak bugüne geldi. Anadolu ‘nun  hemen her köyünde yaşanan  insana ait o güzellikler, büyük kentlerin beton yığınlarının arasında harcanıp gidiyor olsa da..  Bir çoğumuzun ,  hatta belki bu toplumun ayakta durmasının temelinde  muhtemeldir ki o kültürün büyük katkısı var.  Gazeteci Servet Yıldırım,  ‘Saliç Abu’nun lambası” başlıklı paylaşımında Tokat’ın Gökdere Köyü'nde geçen çocukluk günlerini kaleme alırken,  Anadolu’nun o güzel yardımlaşma duygusunu da güzel bir örnekle gözler önüne sermiş.   İşte Yıldırım'ın " Saliç Abu’nun Lambası...." başlıklı yazısı..

...........................................

Geçmişi hatırladıkça “Ahh… Ahhh...” diye koca bir iç çekecek kadar yaş almış olanlara selam olsun. Selam olsun, o samimi ve çıkarsız dostlukları özleyip tek nefeste geçmişe dalanlara! Selam olsun, akıl rafımızda tozlanmış, dilimizde yağlanmış Ramazan’lara! Selam olsun!

Ramazan deyince, bir an arkama yaslanıp kapadım gözlerimi: Bedenimi derd-i maişet ile sımsıkı sarıldığım koltuğa bırakıp çocukluğumdan kalma birkaç anıya doğru yalın ayak koştum adeta. Hep güzel olacak diye umduğum yarınlardan, dünlere koşmak ne güzel… Geçmişe attığım her adımda hafifliyor kalp ağrılarım. Feleğin gözlerimin etrafına attığı çiziklerin kapanma sesleri geliyor. Pişmanlıklarım takılıyor gözlerime. Ve ben hepsine gülüp geçiyorum. Ayaklarımın altında bir sızı: hayal kırıklıklarım. Hiçbir şeyin önemi yok. Yarınlar dünlerden daha güzel değil. Ve ben dünlere koşuyorum…

Bir sahur vakti 5 kardeş bir odada uyuduğumuz iki gözlü köy evimize varıyorum.  Ne kadar da gencim. 14 bilemedin, belki bilemedin 15 yaşındayım. Gece yarısı annemin ocağı tutuşturmak için kırdığı çalı parçalarının sesi tırmalıyor kulağımı, uyanıyorum. Uyanıyorum ama uyanamıyorum. Garip anam! Gözlerine kaçan dumana inat umutla üflüyor zor bela tutuşturduğu çalıların altını. Kendi elleri ile oyasını yaptığı yazmanın püskülüne siliyor gözlerinden akan çileyi… Yine de pes etmiyor.

Rahmetli babam… Bilmezsiniz ama yine yok evde.  Uzun yol şoförü. Ya var ya yok.

Akşamdan hazırladığı hamurdan kopardığı bir parça hamuru, eriyen tereyağı dolu tavaya bırakıyor Anam. Aman Allah’ım bu nasıl bir koku. Artık daha fazla dayanamıyor, yerimden fırlıyorum. 5 kardeş, bir ana. Bir de baba var çok uzakta.

-Belki ona da kokmuştur ana, bir parça ayırsan ya.

Tepsinin etrafına toplanırken pişilerin sofraya gelişinden daha hızlıyız kardeşlerimle… Biraz çökelek, birkaç zeytin… Ve çayı hiç eksilmeyen isli demlik. Yine ıslık çalıyor keyifle…

Anam birden kafasını kaldırıp bana bakıyor:

-Oğlum Saliç Abu’nun lambası… Hele gidip bi bakasın.

Ağzıma tıkıştırdığım lokmaları yutmadan apar topar kalkıyorum sofradan. Anam elime birkaç pişi tutuşturuyor:

-Bunları da ver. Yaşlı kadın ne de olsa. Kokmuştur burnuna, oğlum.

Gecenin karanlığında sahurun aydınlığı ile komşumuz Saliç Abu’nun bahçesine varıyorum. Lambası yanmıyor. Yıkılacak diye vurmaya çekindiğim kapı hep açık. Hafifçe ittiğim ahşap kapının gıcırtısı hala kulağımda… Nasıl bir sestir o kapıyı itmeden bilemezsiniz.“Saliç Abuuu” diye sesleniyorum yaşlı ve yorgun kulaklarına. Birkaç seslenmeden sonra Saliç Abu’nun 5 odalı evinin tek lambası yanıyor yavaşça. Sesimle uyanıyor sahurun aydınlığına. Yaşlı kadın, yine uyuyakalmış.

“Anam gönderdi.” deyip her gece olduğu gibi çekinerek uzatıyorum elimdeki pişileri. Gelene kadar biraz soğumuşlar. Ama ona rağmen yine de Saliç Abu tebessümü hiç eksik etmiyor yorgun yüzünden. Her gece onu böyle uyandırmamdan çok memnun. Elimden tabağı alıyor, titreyen elleri biraz soğuk, ellerime değiyor. Ve geri dönerken… Bir kap dolusu hayır dua elimdeki boş tabakta. Ben ise topuklarım kıçımı tekmeleyerek eve koşuyorum.

Saliç Abu ağzında kalan üç beş yarım diş ile ısırmaya çalıştığı pişilerin tadını almaya çalışırken “Hayırsızlar…” diye hayıflandığı evlatlarından olan torunlarının hayali geziyor etrafında. Her seferinde saçımı okşayıp gözlerime derin derin bakışından biliyorum. Kırışık yanaklarından yere düşmeden kaybolup gidiveriyor akıttığı gözyaşları. -“Ana, bu akşam da uyandırdık Saliç Abu’yu.”

-“E oğlum… O bize emanet. Biz onun en yakın komşusuyuz. Biz burada yerken o orada uyuya kalsa, Allah bizi de uyutur. O yüzden her gece sahura kalkınca gidip bakacaksın Saliç Abu’nun lambasına. Uyanmış mı? Her gece bileceksin. Sonra da Allah ne verdiyse alıp götüreceksin ona. Götüresin ki buradan gidenler selametle bereketle geri gelsin.”

Karnımızı doyurup anamın yarın ki oruca niyetlenmesine eşlik ettikten sonra,  yer döşeğimize kıvrılıyoruz. Gürül gürül yanan sobanın tavana vuran alev gölgesi ve annemin şükür duasının mırıltısı ile hayaller alemine dalıveriyorum.

Babam geliyor aklıma…

Şimdi kim bilir nerededir? Ne güzel işi var; şehir şehir geziyor, bir sürü değişik yer görüyor. Hatta bir keresinde İran’a bile gitmişti. Keşke ben de babamla gitsem… Söylesem beni de götürür mü ki? Hem yardım ederim… İnşallah götürür.

Yine babam geliyor aklıma...

Şoförlük yaptığı kamyonunu yola çıkmadan önce köye getirirdi. Koskocaman bir kamyon. Özenle yıkardık her tarafını. Mahallenin tüm çocuklarını kasaya doldurup, köyün içinde bir tur attırırdı bize... Dünya turu kazansam o mutluluğu yaşayamam herhalde...

Sokakta öpmeye utanırdı bizi. Ama gözleri ile gözlerimizden öperdi, bilirdim. Sonra giderdi babam... Bağda bahçede gördüğü herkese korna çalarak giderdi. Korna sesi azaldıkça hüzün çökerdi anamın yaşlı gözlerine.

Günlerce belki de haftalarca gelmezdi babam.

Bazen bir gece yarısı çıkagelirdi… Günlerdir direksiyon sallamamış hiç yorulmamışçasına ışık saçardı gözleri. Gelirken aldığı birkaç parça eti apar topar yaktığı ocağın üstünde pişirip uyku sersemi ağzımıza tıkıştırmadan uyumazdı, uyuyamazdı. Annem kızardı babama… Babamın boğazımızdan geçirmek için uğraştığı etlerin, boğazımızı tıkamasından korkardı hep anam. 5 kardeş bir odada, bir kamyon dolusu mutlulukla uyanırdık o sabah.

O gün mutlaka Saliç Abu da gelirdi bize.

Sakız çiğnemeyi çok severdi Saliç Abu. Kıyamazdı atmaya. İğne oyalı yazmasının bir kenarına sarardı ağzından çıkardığı zaman. Yer içer tekrar çiğnerdi aynı sakızını.

Şimdi şöyle bir bakıyorum da yıllar geçti, gitti…

Birer birer ayrıldık yuvadan…

Kuş sesleri ve toprak kokusu ile büyüdüğümüz, şimdi ise sıkışıp kaldığımız beton blokların arasından sıyrılıp geri dönmek için çırpındığımız, o küçük köyden birer birer ayrıldık. Geride, Saliç Abu’lar kaldı…

Birde, yıkık dökük ahşap evlerin önünde toza toprağa karışan çocukluk anılarımız... Sokaklardaki neşeli çığlıklarımızı cıvıl cıvıl öten kuşlar taklit ediyor artık.  Gurbet yollarında peşimizden sürüklediğimiz babamızı, ağlayarak getirip defin ettik sıla topraklarına. Kazılan her mezara bir beden, bir de lamba girdi.

Şimdi babamız Osman Yıldırım ile beraber, Saliç Abu’muz, Müdür Emmi’miz, Hakkı Ağamız, Kerim Emmi’miz ve daha birçok büyüğümüzle beraber bir de Şehit Mustafa Emmimiz var hasretini çektiğimiz köyümüzün kara toprağında. Birer birer lambaları sönen haneler gibi sessizce bekliyorlar memleket kokulu mezarlarında…

Ruhları şad, mekanları cennet olsun…

Servet Yıldırım /Tokat Merkez-Gökdere Köyü

Anahtar Kelimeler:
Servet Yıldırım
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.