NE KADAR YALANSIZ YAŞARSAK O KADAR İYİ

İlk, meşhur bir otelin giriş katında başlatılan İstanbul kitap fuarı, birkaç yıl sonra Taksim’de değişmeden yıllarca yapılacağı ve o çok bilinen Çiçek pasajının güneyindeki adrese taşındı…

Biz ise o zamanlar daha liseyi yeni bitirmişiz, ilk gençlik yıllarımız. Evrensel sol değerleri savunan gözüpek gençleriz anlayacağınız. Haftasonu olup arkadaşımla aylarca iple çektiğimiz kitap fuarındayız. Yani Taksim’deyiz o gün. Gidenler şimdi tarif ettiğimde hatırlayacaklardır hemen…fuar alanının nispeten daha altta olan ilk bölümün merdivenlerlerinden yukarıya, yani ikinci bölüme tırmanmaya çalışıyoruz. Ama nafile! Zannediyorum Pazar günüydü ve olağanüstü bir kalabalık. Birde çok geniş olmayan basamaklardan düzenli bir iniş çıkış olmadığı için büyük bir karmaşanın içinde bulduk kendimizi.

Ama neylersin ki bütün sevdiğimiz yazarlar kitaplarını imzalamak üzere haftasonu bulunuyorlar standlarında. Son basamaklara doğru yaklaştığımızda, tam merdivenlerin başında duran ve biteviye söylenen adam iki elini karşısında duran kişilere yuh size der gibi sallayıp, bizim yanımızdan hışımla aşağıya yöneldi, kayboldu gitti. O arada bizde ite kaka tepeye, yani fuarın ikinci bölümüne çıkmıştık zor da olsa. Bir kaç gün önce fuar tanıtım bültenine bakarak bu bölümde daha önceden belirleyip kitabını imzalatacağımız yazarların ilki Can Yücel’di. Vakit kaybetmeden ve fuar daha da kalabalık olmadan işimizi bitirmeliydik. Çünkü haftasonu istirahatini yapan herkes akın akın binayı dolduruyor, biz ise neredeyse nefes alamayacak kadar sıcak ve havasız bu alandan bir an önce çıkmak istiyorduk. Binbir zahmetle biriktirebildiğimiz kuş kadar harçlıklarımızla alabileceğimiz kadar kitabı alıp, görebildiğimiz kadar yazara ulaşarak hem de…günün finalini Çiçek Pasajında biralarımız eşliğinde yapmak istiyorduk. Büyük bir kitabevinin önünde yine çok büyük bir Can Yücel resmi vardı ki artık usta şairle aramızda bir nefeslik mesafe kaldığının sevinciyle önünde durup soluklanalım dedik azıcık. Öte yandan da arkadaşım kitabevi çalışanlarından olduğunu tahmin ettiğimiz gömleği sırsıklam tere batmış kişiye Can Yücel’in burada olup olmadığını sordu. Yorgunluktan ve yoğunluktan yüzüne dünyanın sanki bütün öfkesi vıcık vıcık ter, kara sarı arası bir öfke olup yerleşmiş genç, “az önce buradaydı…hepimize sövdükten sonra tekrar gelmeyeceğini söyleyerek gitti arkadaşlar” dedi.

Demek ki merdivenlerin başında karşısındaki kişilere hiddetle söylenen sakallı adam oydu ama biz birkaç dakika farkla kaçırmıştık kendisini. Suratımız düştü, üzüldük…hemde nasıl.! Sen kalk almış kilometre uzaktan en çok da Can babayı görmeye gel ama yüzüne bakıp iki cümle edemeden geri dön! Şansın böylesine ne denir ki!

Güzel yıllardı arkadaş; çok özlenesi zamanlar…

Fuarın havasıda, hissettirdikleri de müthiş kıymetliydi o vakitler. Ve gelmişken, Can Yücel’in yayınevine de uğramışken kitabını almadan olmazdı elbette. Evet, kendisini görüp kafamızda günler öncesinden hazırladığımız soruları yöneltememiştik ama bizim için kitap, bizim için şairler...yazan, düşünen ve düşünerek dünyayı güzelleştirenler hep önemli, hep sıradışı insanlar olarak kaldılar hayatımızda.

İşte şimdi, şu anda ve üzerinden yıllar geçtikten sonra , böyle kıymetli bir hatırası olan o kitabı kütüphanemden buldum elimde tutuyorum. Can babaya imzalatamadığım ama okuyup bitirdiğim şiirlerinin sonuna fuara gittiğimiz tarihi yazarak şu cümleyi not düşmüşüm:

“Küfür hep sert, hep acıtıcı, hep incitici olmaz ki…kimi de senin gibi söverek sever, söverek silkeler, söverek öğretir değil mi!”

Can babayı özlem ve saygıyla anıyoruz.