AZAP DURDUM

Ben Adem. Ademiler içinde en pestenkerani en harcıalem. Saksıya ekilmiş koca bir turunç ağacım var benim. Şimdiki camlar çoğu Fransız balkonlu. Bilirsiniz! Boyu yüksek mi yüksek, dışı işlemeli demirden, hemi de ödenen paranın büyüklüğünce motifleri janjanlı! Kenarlarına saksı konulacak oval çemberler kaynatır ustalar. Bizim pencere de çok gösterişli olmasa da yapı olarak öyledir. Sevmem sanılmasın, severim odamın bolca güneş almasını, severim. Zamanımın büyük kısmı orda geçer. İşler, güçler, hayaller…hepsi o onbeş metrekarelik mahpusluğumun, mahzun avlusunda dururlar. Volta atarım. Allahın ondurmadığını deve doruğunda köpek ısırırmış, derdi babam. Beni hart hart azabım ısırır, ısırdığınca adımlarım hızlanır. Ondurmadın bu garibi kâinatın hakimi koca mevlâm. Adımlarım hızlandıkça azabım çoğalır. Yoruldum yürümekten ve düşünmekten hay! Azap durdum, azap durdum!

Saksıya ekilmiş koca bir turunç ağacım var dedim ya! Boyumdan büyük o penceremin en önünde. İçerde. İkimizde. Azap durmuşuz gam kasavet. Azap durmuşuz sekiz-on metrekarenin her santimini incelikle düzenlediğim almaşıklığın dahilinde. ! O camın dibinde, ben canım içinde. İkimiz de boktan bir mekânın ve boktan bir zamanın içinde…ikimizde mahzunuz şu tuhaf kürre-i esirde!

Her sabah, perdeleri açtığımda çipil çipil meyveleri, kimi de dalları ve çiçekleriyle dışarı bakar Turuncum. Kendi burda, fikri dışarda…gözü güneşte, gönlü oynaşta. Rüzgârı dışarda, gölgesi içerde. Füüüüüüü! Güneşe bakar, ama güneşle arasında upuzun bir cam var.

Hep öyle, öyle hep. Bilmez miyim senelerdir. Bilirim. Şehvet kokar, işvelenir. Turunç kokladınız mı hiç biriniz. Eh, haberiniz bile yok değil mi? Beyaz çiçeklerini içinize çektiniz mi? Ağaç kavunu der Farisi’ler ona. Hatrına şiir yazarlar. Zaten dünyadaki en güzel manzumların çoğunu onlar kaleme alırlar. Dinlediniz mi? Sanmam!

Yıllar oldu benimle beraber odamda mahpustur Turunç ağacı. Dedik a, bir dostumun hediyesiydi. Daha boyu bir karış bile değilken bu odaya geldi de zebellah gibi semirdi. Eeeeee! Demek güneşi, gübreyi, bir de yakınlığımızı görünce zannederim ki o da bizi çokça sevdi. İkimiz de sessiziz, ikimizin de yalnızlığından kaynaklı birbirimize gelgitlidir, tarifelidir sevgimiz. Bir eşik var aramızda. Bir sınır! Bir koca kahır. Geç geçebilirsen! Durma kes kesebilirsen, hadi at atabilirsen. Bitmez. Senelerdir sürer bu kahır. Meyvelerinden ağırlaşan dallarının bir kısmı masama, öbür yanı çekyata erdi. Boyunu hiç sormayın vallahi. Boyu boyumu geçti, teeeeey vardı tavana erdi.

Dili olsa galiz küfürler edecek. Tavana değip bükülmüş yüzüme tükürür gibi bakan dallarından farkederim encamını. Ah bir konuşsa, ne bu cana cefa azabını sikeyim diyecek. Bana. Kim bilir…kim bilir fırsat bulsa yanına Akdiken’i, Baldıran’ı, Dulavratotu’nu, Keditaşağı’nı alıp gelmişime geçmişime sövecek.

Abooooov! Abov saat on olmuş! Bu sabah dosta tek satır yazmadım.

Cam titredi sanki; ve ses ardından geldi. Çat diye bir ses. Aklım oynadı yerinden. Dağlara taşlara, ulu ağaçlara, bu ne ki böyle.? Camın önündeki mermerde küçücük çığlık, hem, avuç içi kadar

karaltı. Titreşiyor. Çiy tanesinden büyük tortop bir kan damlası. Al. Sıcak. Koyu. Tek bir damla. Turunç’a kanat vurduğunu sanan Ardıç Kuşu gelmiş cama vurmuş. Debeleniyor. Şaşkın. Habire kanat vurmaya çalışıyor ters dönmüş bedeniyle. Boşuna. Ah! Ah boşuna!

Uzanıp yavaşça aldım. Ölür mü acaba? Ölmesin sakın. Uçar mı yeniden acaba? Uçamazsa, uçamazsa o zaman işte katiyen yaşamasın. Kanatları kalbini taşımayan Kunala, aşkı, hürriyeti, ihtirası mavi bulutlara nasıl anlatsın. Hem bu dünyadan ayrılan bütün iyi şairler gökbahçede bekler Ardıç Kuşlarını.

Kanatları işe yaramayan kuşları şairler bağrına bassın. İşte o kadar!

Düştüğü yerden aldım onu. Turuncun alt dallarının salıncak gibi esneyen güvenli bir yerine yerleştirdim. Demek Turunç’a meyletmiş Kunala’m. Demek menevişlenmiş meyvelerini görünce Allahım. Bu yara kolay alınmaz. Öyleyse bütün kuşlardan daha sevdalı, bütün kuşlardan daha yaralı bu Kunala. İyileşir mi? İyileşir, iyileşir. Salmayacağım onu bir kaç gün. Kimbilir belki bir kaç hafta. İyileşir elbette şu narin ve gözü aşktan körelmiş Kunala.

Ah ne güzel kokuyor Tanrım bu Turunç ağacı. Ardıç kuşu silme sevince kesmiş de koşmuş onun kokusuna besbelli. Cam canı ne bilsin? bilmez!cansızdır o. Canı mahir olan, camı zahiri bilen söylesin o zaman. Ne bu cana cefa böyle. Artık bu Turunç’u saksıdan çıkarıp bir ormanın kıyıcığında toprağıyla buluşturmalı. Artık.! Toprakla, tırtılla, sincapla, karıncayla, salyangozla…üzüm kuşuyla önce, sonra Ardıç Kuşuyla buluşturmalı. Dallarına konsunlar. Arada cam yok, tuzak yok, saydam bir azap yok. Azap durma Kunalam, cam canı bilmez…o cansızdır.

Şimdi sessiz olun da dosta iki satır yazayım:

Sana bir şey itiraf etmek istiyorum sevgili. Şimdiye kadar söylemedim çünkü birazcık keyfini çıkarmak istedim durumun. Hani o malum sert atışmamızdan sonra beni deli gibi sevindiren yaklaşımından bahsediyorum…konuştuk hani sonrasında beraber o harkulade insancıl tavrını.

İkinci söyleyeceğim de ilkiyle ilintili…öyle eşikler koydun ki önüme, seni üzmemek için hiç birini asla geçmek istemedim. Zaten sana kıyamam ki ben, sana zarar verecek tek hamle yapamam ki. Yani o eşiği geçecek adımı atmamak, saygının da eşlik ettiği bir inceliktir benim için, öyle düşün. Çünkü zaman içerisinde beraberce ortaya koyduğumuz bütün içtenliğimizi gözümün önünden geçirdiğimde, bunu fazlasıyla hak ettiğini düşündüm.

Peki devam ediyorum.

Biliyor musun o can sıkıcı restleşmelerimizde, atışma mı diyelim, neyse o işte, seni sınadım ben Feride. Ama şunu da diyeyim. Sen pembe tırtılımı nereye kadar tırmanacak bakalım diye özellikle yokuşa sürmedim. Sadece yorgun ve üzgün bayırı çıkarken engelleri aşabilecek gücü var mı acaba, onu görmek istedim.

Örneğin canımızın yandığı zor zamanlarda, öfkemizin kabardığı, içimizin düğümlendiği…ve ikimize ulaşan yolların aramızdaki çarpışmalarla dinamitlendiği…ve umutların göçtüğü, birbirimize ulaşacak bir patika bile kalmadığı zamanlarda sınadım seni ben. İnsanım bende, hem ki en kırılganından. Bazan pek öfkeli, kimi en habis ruhlu olanından. Lakin eğer elimdeyse ve eğer becerebilirsem, sinirlenirken bile aklımla sinirlenmeyi yeğlerim benim tıbbi nanem. Yani bir yandan kızar, diğer taraftan hinlik mi düşünürsün? diyeceksen…yok canım, o kadar da değil.

Gözledim senin Feride’m , izledim, sınadım sessizce. Ses-siz-ce! Yolun sonu geldi dediğimde, her zaman yeni yollar, olmazsa toprak geçeler, ahşap köprüler yaptın! Yangın ciğerimizde tütmeden koruyucu küçük ateşler yaktın önümüze. Bazan büyük yangınları önüne yakılan küçük ateşler önler! Ona önleyici ateş der itfaiyeciler! Öfke aklın azlığına işaret eder hey candeğerlim, sen ki, öfkenden çok aklını, gönlünü ve sabrını kullandın! Bütünüyle anladın beni, boynum bükük kalmıştı, tuttun çenemi dimdik yüzüne doğru kaldırdın. Çok hoştu bu, muhteşemdi, of! olağanüstü güzeldi…onurumuzu eşitledin hakikatinle! Ki onursuzluk nasıl onarılsın. Feriştahı gelse onaramaz Feride’m.

Bitti bitecek dediğim yerden umudumuzu yeniden göçük altından çıkarıp, yara beresini sarıp sarmalayıp ayağa kaldırdın.

Zor insanı insan eder…seni “zor” ile sınadım ben.! Seni sabrınla sınadım.! Seni kalbinle sınadım.! Peki neden şimdiye kadar sana söylemedim? Söylüyorum ya! Her sabah, her akşam…zamanın çürüttüğü ömrümün müsade edeceği kadar daima söyleyeceğim ya: seni seviyorum kadın, seni çok

seviyorum…çünkü senin iyi bir insan olduğundan asla kuşku duymuyorum. Hiç! Hiç! Hiç! Çünkü sabır aşktandır, zira sabır sevgidendir biliyorum. “İnsanlara inanmaya çalışmaktan yoruldum.” dedimya; İşte sen tam o zamanlarda nehirlerin yıkadığı tertemiz kalbinle karşıma çıktıydın. İşte onun için senin boynunu hiç eğmeyeceğim. Ağladın mı bunları okuyunca acep! Olsun. Bak Turunç ve Ardıç Kuşu birarada, sil yaşlarını.

Fotoğraf: Ömer Faruk Küçükkaya