Onunla yıllar sonra İstanbul’un kalabalık caddelerinden birinde yürürken karşılaştık. Başı önüne eğik, boynu omuzlarının arasına gömülmüş, dalgın ve derin gözlerle; bir hüznü, bir kederi, bir derdi taşıyor gibi usul ve kısa adımlarla yürüyordu.
Yaklaştım yanına. “Fahriye Abla niçin Adıyamanlıya değil de Erzincanlıya vardı.” dedim. Toplu fotoğraflarda bile hep vesikalık çıkan yüzünü bana çevirdi. Uzun uzun baktı. Gülümsedi. Gülüşü hiç anlatılmamış bir gün masalıydı sanki.
Yarım bırakılmış eski bir baharı tamamlamak istercesine, “Bütün büyük acılar yalnızlıktan yontulmuştur, ondandır herhalde,” dedi.
Parçalanmış duygularıyla yıllar içinde unutsa da beni, hala onda vardım. Bakışlarından anlaşılıyordu. İkimizin de sevinci bir anda ağlama duygusuna dönüştü. Sesi; buz tutmuş bir şehrin kurşuni semasından kimsesizliğine susulmuş çığlıkların toplamı gibiydi.
“Bir kahve içimi oturalım mı?” dedim. “Geçmiş kırk yılın hatırı var, peşin ödemişiz nasılsa…”
Kahveler geldi, şekersiz ikisi de. Gözlerimiz koşar adım birbirine değdi. Bayram sabahı kahvede oturup biraz sonra lunaparkın açılacağına inanmak gibi bir iyimserlik gelip ortamıza uzandı. Serçeler daha çok serçe, sokaklar daha çok sokak, ağaçlar daha çok ağaç oluverdiler bu iyimserlikten.
Gözlerine asırlardır sürgün olduğum kadın. Yalnızlığıma karışan ve hiçbir zaman bitmeyecek olan bir aşk bahçesi. İsminin son harfini hep uzun ve büyük okuduğum kadın “ArzuuU” karşımdaydı.
Dışarıda dinmek bilmeyen yağmurun sesi, içeride yıllar önce ayrılırken bıraktığımıza hiç benzemeyen bir dünya.
***
Paranın çıkışmadığı yıllardı. Gaz lambasının dünyayı küçücük odalara sığdırdığı, uykuları koyu bir hayale çevirdiği zamanlardı. Akşamlara kadar toprak yollardan, buğday tarlalarından, yalınayak çocukların meraklarından kalkan tozlar, sabahları ince bir yorgan gibi örterdi sokakları. Şehrin içinden geçen Ankara –Malatya yolu gündüzleri ayrı uzaklara giderdi, geceleri ayrı…
Kırşehir’de Muharrem Ertaş ve oğlu Neşet Ertaş’la devam eden meşhur bir abdallık geleneği diyaloğu anlatılırdı biz öğretmen okulu öğrencileri arasında. Ustalardan birinin, davulu istediği gibi çalamayan oğlu için “Şu davulu adam gibi çal, yoksa seni öğretmen okuluna verir, köy köy süründürürüm…”
Biz çiçeği burnunda öğretmen adaylarının bu öğretiden çıkarabileceğimiz bir ders yoktu. Köy köy sürünmeye hazırdık. Yılların ömrü çiçeklerin rengi kadardı. Çabuk yeşeriyor çabuk soluyordu. Okulun son sınıfıydı. Böyle bir toz bulutunun içinde karşılaşmıştık Arzu’yla. Günlerin akışan kalabalığında düşleri çalınmış dermansız bir öğrenci olarak kaybolmuştu okulun sokak aralarında. Gözleri umutla, umutsuzluk arası yitik bir aşktı. Gözleri hüzünlü dizelerden örülmüş sonsuz bir yalnızlıktı. Onu bu karmaşanın içinde ilk bulan bendim.
Ülkenin tarihi sil baştan yeniden yazılmaya karar verilmişti. Kimliksiz dolaşan parkalı gölgelerdik o vakitler biz. Müjdeli bir aşk görsek ona gurbet kesilen taşralı çocuklardık ama asıl derdimiz memleketti. En çok hangi çiçeği sevdiğimize karar vermek üzereydik ki “omuzumuza vurulup haydi bakalım içeri, sıra sende” denildi. Sıranın bana geldiğinde ömürler tüketen yokuşunu çoktan tırmanmaya başlamıştım mahpushane günlerinin.
Sonra üstümüzden kaç ‘Eylül’ geçti, hiç birimiz sayamadık. ‘Yanlışlık olmuş haydi çık, git’ dediklerinde karar vermiştim. Arzu yoksa hiç kimseyle yaşlanmayacaktım. Sordum soruşturdum, Erzincanlıyla değil ama Manisalı biriyle evlenmiş. Geç kalmıştım. Sonrasında göğsüme kazınmış isminin; uzatılmış ve en çokta büyük harfle yazılmış son ‘U’su canımı acıtsa da, tek tabanca yaşayıp gittim.
***
Herkesin geçmişi, cehennemi oluyor bir süre sonra. Yaşanan her şeyi kendi elleriyle bir yalnızlığa yerleştiriyor insan. Onu yeniden görmek ihanete uğramış bir hayatı, onun gözleriyle değiştirip yıllar öncesine götürebilmekti.
Kırk yılın hatırı orada içilen son fincanla uçup gitti. Ne konuştuk, ne kadar konuştuk bilmiyorum. Ama her kelimesine bir ciğara yaktığım kesindi. Bir mumun erimesi gibi hızla geçti zaman.
Kalktık. Bir imkânsızlığı ezber eder gibi ben yitirdiğimi arıyordum, o koruduğunu saklayacak yer bulamıyordu.
Kilisenin çanı vurdu uzaktan. Cemaatsiz bir inanış gibi çırpındı içimde umudum. Çarmıhımdan çiviler düştü. Acıyan ellerim miydi kalbim miydi bilemedim.
Aşıkların göz hakkıyla baktım son kez İstanbul’a. Su içinde yüzen İstanbul’a. Martıların çığlıklarıyla uyuyup, uyanan İstanbul’a.
Kırlangıçlar uçuşan nefesinde anason mavisi gözleriyle, gözlerime baktı son kez. O gözler ki bin yılın yolcusu, yüz bin sözün sureti, eksik yaşanmış nice ömürlerin neşe ve keder demlerinin tanığıydı. Usulca elini uzattı. Sonra yanağımdan öptü. “Uzlaşılır bir kurgudur hayat, bazen geldiği gibi kabul etmek lazım. Unutma Yusuf’un kuyusu kendi kalbindedir ” dedi ve kalabalıkların arasına doğru yürüdü. Gül sağanağından ıslanmış bir bulut gibi, kendi göğünün maviliğine doğru akıp gitti.
Tek kelime çıkmadı dudaklarımdan. Baktım arkasından tıpkı o günlerdeki gibi. Baktım öylesine…
“Yalan bir dünyadan doğru bir yaşamı kim çıkarabilmişti ki ben çıkarayım.” dedim kendi kendime. “Şimdi dönüp kendi yalnızlığıma her aşktan geriye kaç gözyaşı, kaç keder kalır ona bakayım ben. Sonrası zaten sonsuz bir göçebelik…”
Bir kez daha anladım ki, bedelini ödeyemediğin hayallerini zamanla sıfırlamıyor hayat; sadece taksitlendiriyor.