Ambulans

Vakit sabahın beşi. Sahildeyim. Etraf akşamcı sarhoşların atıklarından mustarip, ucuz şarap şişeleriyle dolu. Karşımda çırılçıplak uzanmış yüzme bilmeyen bir deniz. Uzaklardan bir müzik sesi duyuluyor belli belirsiz. Kendini müziğin ritmine bırakacaklar için büyük hayal kırıklığı.

Benim dışımda kimsenin sabahla arındığı yok. Havalar soğuk, sahil bomboş. Kalbimin ritmi mahşere emanet bir kara kutu gibi açılmayı bekliyor ama görünürde hiç bir kehanet yok.

Bir kere daha anlıyorum ki; ne kadar kaçarsan kaç aşkın çapı dünyanın çapından büyük. Gülüşü geliyor birden aklıma. Adı geçti ya gözlerim parlıyor, içimde çiçekler açıyor bozkır toprağı dinginliğinde. Nasıl oluyorsa oluyor deniz mavileşiyor, gökyüzü mavileşiyor. Halka halka sıcaklık yayılıyor içime. Yüzü herkese çocukluğunu anımsatan bir masumlukla yarış halinde.

Bir sıçrayışta dünyadan dışarı fırlıyorum. Bir ateş yakımı boşluktan uzaya sarkıyorum. Biri seslense uzaklardan tutup dudaklarıma yapıştıracağım nefesini. Sonra, neden insan her cehennemi tek tek geçmek zorunda deyip oturuyorum gerisin geri kumsala. Ah be dünya nasılda gölgelik bir karanlıksın, herkes tanrısını arkasında saklamaktan usanmadı mı?

Deniz kalabalıklaşıyor, balıkçı tekneleri için hareket zili çalmış olmalı. Karşısı Yunan adası. Akşamüstü yağmur yağmış her iki yakaya. Gece ıslak sokaklarda yıldızlara bakıp aşka gelmiş sevdalılar sıcacık odalarında. Her kafiyede eksilen şiirler eşliğinde, bir ufkunda gün batırmışlar bir ufkunda ay doğurmuşlar. Herkes kendi dilinde sevişmiş, kime zarar.

İlk gün gibi hatırlıyorum. O yıllarda bu şehir avareliği ve sevdaları yeşerten yosun kokulu bir yerdi. Turist rehberiydi. Peşine taktığı İngiliz meraklılarına şehri gezdiriyordu. Benimse bir dubleyi tek yudumda içtiğim günlerdi. Herkesin şarkısını göğsüne düşürdüğü gecenin geç bir vaktinde, sığındığı şişelere birer iç çekiş dalgınlığıyla sığınılan küçük bir meyhanede denk gelmiştik ilk. Masalarımız karşılıklıydı. O kalabalıktı ben her zamanki gibi tek tabanca. Onun neşesini bahçemdeki gül ağacına asmıştım oracıkta.

Sonra o mağrur suskunluğuyla yaralarımın en fazla sızladığı yerden sarıldı bana. Sonra ilk kez gözlerimizin tesadüf ettiği günü kıskandırarak baktık birbirimize, sonra öpüştük her seferinde bu güne kadar kimseyle öpüşmemişiz gibi.

Ömür silinen bir gölge gibiydi. Yıllar nasılda geçmiş; 15 dakika bitmezken, aradan 15 yıl geçmişti. Karşı kıyıda yaz daha pılısını pırtısını toplamamış bir göçmen gibi dolaşırken bu yakada kar şehre her zamankinden daha çok yağmıştı. Ve bir gece daha kapanıyordu kendi üstüne.

Sabah gözlerimi açtığımda yanımda yoktu, odada yoktu, sokakta yoktu, şehirde yoktu. Gitmişti. Dün içimiz aşkla yanıyordu, bugün üzerimize kar yağmıştı, buza kesmiştik.

Göğsüme hapsettiğim koca bir hıçkırıkla dolaştım sabah akşam. Ağlasam yağmur, haykırsam seldi, felaketti…

Gidişiyle her şeyi yakıp yıktı, sadece beni unuttu dünya dedikleri bu gölgelikte. Biliyorum kimsesiz mevsimler ağır geçecek bundan böyle. Yalnızlığa ertelenmiş gözyaşları geceyi nasıl beklerse öyle sevmiştim onu. Bir yere varamayan yol gibi, akıp da gidemeyen sel gibi, sonu gelmeyen yıl gibi sevmiştim.

Sonradan öğrendim ki, üç tarafı hüzünlerle çevrili bir ada bırakıp bana, bir İngiliz rehberle kaçmış. Bıraktığı yere dönmüş yani. Şiiri hüzünle başlayan bir aşkın, mutlaka bir gün biteceğini o gün öğrendim. Yüzümü ellerimin içine serip döndüm kendi gerçekliğime.

Affedin ne olur; insan bir tek ağlayınca ve anlatınca rahatlıyor. Yalnızlığın bir kelimeden ibaret olması sizi yanıltmasın; yalnızlık dünyanın en uzun cümlesi.

Bir firen sesi duyuyorum sanki. Gerilerden biri bana sesleniyor. Bu bizim huzurevindeki hemşirenin sesi. Beni almaya gelmişler. Nasılda kolay buluyorlar, böyle habersiz kaçışlarımda yerimi.

Aracın içinden başımı çıkarıp bağırıyorum. “Neden hiçbir ambulans, hastane yerine aşka yetiştirmez insanı…”