banner460
banner128

Hangi silah öldürür coronayı?

Cruise fazeleri mi ?

S-400’ler mi?

Kıtılararası balistik füzeler mi?

Atom bombası mı, napalm mı?

....................

Siz sağlık emekçileri; insanı yaşatmak için her türlü fedakarlığı göze alan insanlar..

İnsanları bin bir türlü yalanlarla hayallerini çalanlar, envai çeşitte silahlarla öldürenler değil, siz  her türlü fedakarlığı göze alarak insanları yaşatanlardır insanlık için çalışanlar. Ve toplumları, devletleri yaşatacak olan gerçek kahramanlarda sizlersiniz.. İnsanı yaşatki devlet yaşasın diyenlerin sözü doğru ise gerçek te budur. 14 Mart Tıp Bayramı gününüz kutlu olsun.

..........................

Fabrikalarında silah üretenler ve bunları toplumlara satarak birbirine düşürüp milyonların canına, sefaletine mal olanlar değil insanlığın dostu.

Çeşitli huraelerle insanların bilincini satın alıp kandıran bezirganlarda değil..

İnsanlığın dostu corona gibi felaketlerin çaresini bulanlardır..

Gerçek kahramanlarda onlardır.  Şimdi yine Corona felaketine karşı umut dünyanın dört bir yanında laboratuarlarda önlükleriyle çare arayan bilim adamlarında. İnsanlık bugün yine bir gerçek kahramanını arıyor.. Ülkemiz olabilir mi? 200’ü aşmış üniversitenin bulunduğu ülkemiz üniversite laboratuarlarından çıkar mı böyle bir kahraman? Hiç zannetmiyoruz.  ‘Üniversite okumuşları görünce beni afakanlar basıyor’ diyen birini ‘Üniversiteleri  yöneten kuruma yönetim kurulu atayan ‘  ülkemizden çıkması çok zor ne yazık ki..

İnsanlık yeni kahramanını beklerken gelin isterseniz 14 Mart Tıp Bayramı’nda insanlığın gerçek kahramanlarından bazılarını ve ilginç yaşam öykülerinden kesitleri hatırlayalım..

Hamam böceğinin yüreği varmıymış Koch?

Robert Koch 1843 Aralığında Orta Almanya'nın bir köyünde doğdu. Bu dağ köyünde çocuklar oyun oynamak için kalabalık gruplar meydana getirirlerdi. Bir madencinin oğlu olan Koch da bunlarda biriydi, fakat bu çocuk bütün arkadaşları gibi gruplar içinde oynamanın yanı sıra sık sık yalnız başına kalıpçevresini incelemekten çok hoşlanırdı. Robert Koch çiçeklerin, böceklerin adlarını öğreniyor, kelebekleri inceliyor ve bu hayvanları hareket ettiren gücü araştırıyordu. Bir hamam böceği nefes alıp verebiliyor muydu ? Yüreği var mıydı ? Küçük Koch gelecekte bunları öğrenmeyi kafasına koymuştu.

İlk, orta öğrenimini başarıyla tamamladıktan sonra Tıp Fakültesine yazıldı. Ciddiliği ve çalışmasıyla dikkati çekiyor, eğlenceye hiç zaman ayırmayarak durmadan okuyor ve sistemli bir şekilde araştırıyordu. 1862'de Tıp Fakültesini başarıyla bitirerek Hamburg Hastanesi doktor yardımcılıklarından birine atandı.

1882 yılında bir gece hasta bir akciğer parçacığının dokuları içinde boyama usulüyle kahverengine boyanmış bir çok canlının kıpırdadığını gördü. İşte bunlar insanların bela olan verem hastalığının mikrobuydu.

Bu önemli buluş bütün dünya bili alanında büyük bir ilgiyle karşılandı ve büyük yankılar uyandırdı. Bu arada bir çok bilgin ve doktorla birlikte Hindistan, Afrika ve Japonya'ya geziye çıkan Koch, uyku hastalığı, malarya, tifüs gibi hastalıklar üzerinde incelemeler yaptı. Kolera hastalığını meydana getiren vibrion basilini buldu. Bütün bu keşiflerinden ötürü de 1905 Nobel ödülünü kazandı.

Yaşadığı sürece tıp konusundaki araştırmalarıyla insanlığa hizmet eden, bir çok eser yayımlayan Dr.Koch, 67 yaşındayken 1910 yılında kalp yetersizliğinden öldü

Kuduz aşısı- Şarbon - Sen ne ayaksın dostum Pasteur?

Özellikle kuduz hastalığına karşı açtığı savaşla, adı bilim tarihine altın harflerle yazılan Louis Pasteur, 1822 yılında Fransa`nın Dole adındaki küçük şehrinde doğdu. Arbois ortaokulunda ve Besançon kolejinde öğrenim gören Pasteur, daha sonra Fransa'nın en prestijli yüksek öğrenim kurumu École Normale Supérieure’a girdi. Ancak ilk yıl giriş sınavlarında 15. olduğunu öğrenen Pasteur, okula daha layık bir öğrenci olmak için bir yıl daha bekledi, sınava yeniden hazırlandı ve bu kez aynı sınavda 4. olarak okula girmeye hak kazandı.

Pasteur 1847'de fizik ve kimya dalında doktorasını aldı. Bu yıllarda izomerlik, kristal yapı ve optik etkinlik konularındaki çalışmalarıyla tanınmaya başladı. 1848'de Strasbourg Fen Fakültesinde yardımcı kimya profesörü oldu. 1854'te Lille Fen Fakültesi'nde kimya profesörlüğüne yükseldi. École Normale'de kurulmasını istediği araştırma laboratuvarının yöneticisi oldu ve 1871'de çalışmaya başladı. Bu laboratuvarda şarbon, tavuk kolerası ve kuduz gibi virütik hastalıklar; bağışıklık mekanizması ve aşı hazırlama teknikleri üzerinde çalıştı.

Bakteriyolog olarak görev yaptığı süre boyunca, tıbbın ilerlemesine büyük katkılarda bulundu ancak tıp doktoru olmadığı için, doktorlardan büyük tepki gördü. Pasteur, tepkilere rağmen çalışmalarına devam etti. Bakterilerin var olduğu ve hastalıklara yol açabilecekleri konusundaki inancını hep sürdürdü.

Pastörizasyon yöntemi

Pasteur, mayalanma sürecinde ve bulaşıcı hastalıklarda mikroorganizmaların rol oynadığını kanıtladı ve böylece kendiliğinden türeme teorisini çürüttü. Şarap, bira, süt, meyve suyu gibi mayalanan sıvıların uzun süre bozulmadan saklanmasını sağlayan "pastörizasyon" adlı konserve yöntemini geliştirdi. Yöntem, örneğin sütü 63 °C'de otuz dakika süreyle ısıtarak ve daha sonra hızlı bir şekilde soğutup sterilize şişelere hava almayacak şekilde koyarak uygulanıyordu. Bu yöntem şu an farklı şekillerde olsa da, halen uygulanmakta.

Kuduzu aşısının bulunuşu

Pasteur, Fransız bir doktor ve bakteriyolog Pierre Paul Émile Roux ile yaptığı çalışmalar sonucu aşı yöntemi geliştirildi. Bu yöntemi önce tavşanlar üzerinde denedi. Daha sonra aşının kuduz hastalığı üzerindeki etkisini araştırmak için 11 köpek ile deney yaptı. Hatta, kuduz köpekler üzerine yaptığı çalışmaları daha güvenli hale getirmek için 1885'te eski bir imparatorluk şatosunu gereğine uygun olarak düzenledi.

Aşının ilk uygulanışı

6 Temmuz 1885 tarihinde Joseph Meister adlı bir çocuk kuduz bir köpek tarafından on dört yerinden ısırıldığında, anne ve babası çocuğu Pasteur’e getirdi. Pasteur, daha önce sadece hayvanların üzerinde denenmiş olan kuduz aşısını çocuğa uygulamakta tereddüt etti. Ancak iki doktor arkadaşı, çocuğun her durumda kuduz hastalığından öleceğini ve başarılı olursa yöntemin kuduz hastalığına bir çare olabileceğini söyleyerek Pasteur'ü ikna etti.

Aşı yapıldıktan sonra çocuğun sağlık durumu iyiye gitmeye başladı ve 3 ay sonra iyileşti. Kahraman ilan edilen Pasteur’ün başarısı, aşının geliştirilmesi ve bu ölümcül hastalığın önlenmesi için büyük bir adım oldu. Pasteur olumlu sonuçların ardından, 1887 yılında Pasteur Enstitüsünü kurdu.

Pasteur`ün başarılı öğrencileri

Pasteur sadece bu alandaki çalışmalarıyla kalmadı. Fransa`nın güneyinde ipek böceklerine bulaşan ve endüstriyi tehlikeye düşüren karataban hastalığını önledi. Koyun ve inek gibi hayvanların ölümüne neden olan şarbon mikrobunu ve hastalığı önleyen aşıyı buldu. Kangren tehlikesinin önüne geçmek için yaptığı çalışmaları da tıp alanında saygıyla anılması gereken sayısız başarılarından biri.

70. yaş günü Sorbonne Üniversitesinde yapılan büyük bir törenle kutlanan Pasteur, ilerleyen yaşına rağmen adını taşıyan enstitü için çalışmalarını sürdürmeye devam etti. Difteri (kuşpalazı) serumunu bulan Dr. Roux, veba mikrobunun bulucusu Dr. Yersin ve kolera mikrobunu bulan Dr. Chantemesse, Pasteur`ün başarılı öğrencilerindendi. Onun aydınlattığı bilim yolunda yürüyen sayısız insandan sadece birkaçıydı.

Louis Pasteur 28 Eylül 1895 yılında, 73 yaşındayken Fransa'nın Saint-Cloud kentinde hayatını kaybetti.

Kolera –Veba ve Waldemar Haffkine

Rus bilimci Waldemar Haffkine 15 Mart 1860 yılında Ukrayna’nın Odessa bölgesinde dünyaya gelir. Az gelirli Yahudi bir ailenin çocuğudur. Babası Yahudi okulunda bir öğretmen olan Haffkine meraklı ve çalışkan bir çocukluk geçirir. 1879’da liseden mezun olduktan sonra Odessa’daki Imperial Novorossiysk Üniversitesi’nde Matematik ve Fizik Fakültesi’ne girer. Doğası gereği asi bir kişiliğe sahip olan Haffkine çeşitli öğrenci hareketlerine, protesto ve gösterilere katılmaktan kaçınmaz. Öyle ki üniversitenin ikinci yılında, öğrenci hareketlerinin liderlerinden biri olduğu gerekçesiyle mektepten atılır. Gelgelelim onun ne denli yetenekli ve azimli olduğunu, okuldan atıldığı sıralarda ona destek veren profesör ve akademik kadrolardan rahatça anlayabiliriz.

Siyasi eylemler

Haffkine, siyasî yönü ve eylemleri nedeniyle başını her daim derde sokar. 1882 senesinde askerî mahkeme savcısı olan General Strelnikov’un cinayetinin hazırlanmasına katıldığı gerekçesiyle tutuklanır, ancak mahkûm edilemez ve serbest bırakılır. Sonraki yıllarda da öğrenci hareketlerine imzalarıyla destek vermeyi sürdürür.

Pastör Enstitüsü’nde

Haffkine okuldan atılan meraklı bir bilimci olarak zorluklarla baş etmesini iyi bilir. Atıldığı üniversite, 1884’te doktora tezini dışarıdan bir öğrenci sıfatıyla savunmasına izin verir. Yine de Haffkine için artık Odessa’da çalışmak güvenliği açısından oldukça zordur. Kendisini seven hocalarından biri olan Ilya Ilyich 1888 senesinde onu Paris’teki Pasteur Enstitüsü’ne önerir. Önerildiği sırada enstitüdeki görevli kadrosu neredeyse tamdır. Yalnızca kütüphanecilik alanında bir boşluk bulan Haffkine bunu kabul eder ve Pasteur Enstitüsü’nde bir kütüphaneci olarak çalışmaya başlar. Bulduğu boş vakitlerde ise kendini bilime ve laboratuvarlarda çalışmaya adar.

Kolera salgını

Enstitüde çalıştığı dönem dünyanın birkaç bölgesinde kolera salgını vardır. Karantina önlemleri, hastalığın yayılmasına hiçbir şekilde engel olamaz; zira esaslı bir tedavi bulunamaz. Bunun için bir aşı gerekir. Haffkine uzun laboratuvar çalışmaları neticesinde kolera salgınını önleyeceğini düşündüğü bir aşı bulmayı başarır. Bu aşı, ilkin hayvanlar üzerinde denenmeye başlar. Bu deneyler iyi sonuçlar verir vermesine fakat insan vücudundaki sonuçları öğrenmek için daha da ileriyi gitmek gerekir. Haffkine bu amaçla, Pasteur Enstitüsü’ne 3 dostunu çağırır. Aşının insandaki etkilerini görmek adına kendisine aşı yapılan ilk kişi Haffkine’in kendisi olur. Testler son derece olumlu sonuçlar vermeye başlar, tarih 18 Haziran 1892’dir.

Haffkine önemli bir buluş yaptığının farkındadır; ancak yine de hayatî bir konu olduğundan herkesin bu aşıya derhal güveneceğini beklemek kuşkusuz ki yersizdir. Çeşitli bilimsel toplantılarda, bulduğu bu aşının güvenli olduğunu ve kullanılışından 6 gün sonra vücuda bir bağışıklık kazandırdığını belirtir. Haffkine ayrıca, kolera salgınlarının Ukrayna’nın güneyinde, doğduğu topraklardaki Odessa’da yaygın olduğunun da bilincindedir. O sırada Ukrayna Rusya’nın bir parçası olduğundan, Haffkine aşıyı Oldenburg Prensi’ne kullanmayı teklif eder. Prense mektup aracılığıyla yapılan bu teklifin altında dönemin büyük bilimcisi, kuduz aşısının mucidi Pasteur’ün de imzası bulunur. Tüm bu olumlu gelişmelere karşın, Haffkine gençliğindeki kötü şöhreti dolayısıyla yeterince güven kazanamaz.

İlk Hindistan’da deneniyor

Tüm ret cevaplarına karşın, İngiliz hükümeti o dönem kolonisi olan Hindistan’da aşının denenmesine izin verir; zira bu bulaşıcı hastalık her geçen gün yayılmakta ve güçlü devletleri de tehdit etmektedir. Hindistan çeşitli coğrafî ve toplumsal nedenlerle koleranın yaygın olarak görüldüğü bir bölgededir. Öyle ki bugün hala Afrika, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’da kolera ölümcül olarak görülür. Her yıl 3 ila 5 milyon hastadan 100 – 200 bin kişi bu nedenle ölmektedir.

Haffkine en nihayetinde mucidi olduğu aşıyı kullanmak için bir fırsat yakalar. Hindistan’daki Kalküta’ya gider ve burada bir laboratuvarı olan İngiliz doktor William Simpson da, bilim yuvasını Haffkine için açar. Haffkine bu laboratuvarda kolera aşısını imal eder ve aşıya inanan 4 Hintli doktorla beraber Kalküta yakınlarındaki bir köye gider. Köy halkı kolera salgınını durduracaklarını söyleyen bu doktorlara inanmaz; çünkü bu hastalığın ve ölümün aşkın bir varlıktan kaynaklandığını ve buna müdahale edilmeyeceğini söyler. Öyle ki kendilerini ikna etmeye çalışan doktorları da taşa tutarlar. Haffkine için işte bu an bir kırılma noktasıdır: kaçmak yerine orada durur ve aşıyı kendi üzerine dener. Köylüler ne olup bittiği anlayamazlar ve sonucunda 116 kişi kendilerine aşı yapılmasına izin verirler. Hiçbiri de aşıdan dolayı bir hastalık, zayıflık belirtisi göstermez. Haberin hızla yayılmasının ardından, Haffkine’e verilen o küçük laboratuvar, kendilerine aşı yapılmasını isteyenler tarafından defalarca davet alır. Bu süreç iki buçuk yılda 42 bin kişiye aşı yapılması şeklinde sonuçlanır. Koleradan kaynaklı ölümler de 10 kat azalır. Bilmekte fayda var; Haffkine tarafından icat edilen bu aşı geliştirilir ve günümüzde hala –özellikle mülteci kamplarında- kullanılır.

Haffkine’in başarısı kendisini yenilemesine, geliştirmesine engel değildir. 1897’de aynı bölgede veba aşısı üzerine çalışmalar yapar ve aşıyı yine ilk önce kendi üzerinde dener. Bombay’da bir veba önleme laboratuvarı kurar. Bu laboratuvar 1925’ten beri ‘’Haffkine’in Mahatma Enstitüsü’’ adıyla anılır. Bilmemiz gerekiyor ki; Gandi’ye verilen bir lakap olarak da bildiğimiz ”Mahatma” Hindistan’da saygın birine verilen bir isimdir. 20. yüzyıla birkaç yıl kala tüm olayları duyan Avrupa da kayıtsız kalamaz, Hindistan’daki bu gelişmelerle ilgilenmeye başlar. Ayrıca Rus doktorlar da Bombay’a gelerek bu olayı yerinde incelerler.

Zamanla Haffkine dışında da aşıyı üretmeye başlayanlar peyda olurlar. Bu süreçte; yapılan 82 bin aşının önemli bir bölümü Haffkine tarafından kontrol edilemez. Köylerden birinde, aşıdan sonra ölen birkaç kişinin duyulması da işleri biraz tersine çevirir. Bu ölümler nedeniyle Haffkine suçlanır. Onun icadı olan veba aşısı 1909’a kadar Hindistan’da 8 milyona yakın kişiye yapılır. Hindistan’da çalışmayı sürdüren bilimci burada toplam 18 yıl kaldıktan sonra Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere askerî departmanındaki ordunun aşılarını denetlemeye gider. Hayatının son dönemlerinde kendini hayır işlerine vermiş olan Haffkine, 26 Ekim 1930 yılında İsviçre Lozan’da hayata gözlerini yumar.

8 aşıyı bulan Maurice Ralph Hilleman

Maurice Ralph Hilleman, en sık kullanılan 14 aşıdan sekizinin yaratıcısıdır (1). Bu aşılar içinde kabakulak, kızamık, suçiçeği, pnömoni, menenjit, kızamıkçık bazılarıdır. Sadece kızamık aşısı her yıl dünyada tahminen 1 milyon insanın ölümünü önler. Her yıl yenilenen grip aşılarının geliştirilmesinde onun katkısı büyüktür. Aynı zamanda çocukluk çağının üçlü aşısı olarak bilinen ve aynı flakonda, bir defada uygulanan kızamık-kabakulak-kızamıkçık aşısını geliştiren kişidir. Hepatit A ve hepatit B aşılarının geliştirilmesinde öncü rolü üstlenmiştir. Geliştirdiği toplam aşı sayısı 40’a yakındır. Aynızamanda dünyanın ilk lisanslı kanser aşısı olan ve tavuk lenfoması (Marek hastalığı)na karşı koruyucu aşıyıgeliştiren de odur

Dr. Hilleman ABD’de atlarıve Rodeo yarışlarıyla ünlü Miles City’de 1919 yılında doğdu. Annesi ve ikiz kız kardeşi, Hilleman’ın doğu-mundan hemen sonra öldü. Yedi kardeşiyle bir-likte akrabalarının çiftli-ğinde büyüdü. Kendi ifa-desine göre çiftlik haya-tında sıklıkla uğraştığıtavuk ve yumurtalar ileride onun aşı çalışma-larına büyük katkı sağladı

Eğitimini tamamladıktan sonra Squibb&Sons şirketinde göreve başladı. Burada 2. dünya savaşısırasında Amerikan askerlerini tehdit eden Japon B ansefalitine karşı aşı geliştirdi. 1948 yılında Washington Walter Reed Askeri Araştırma Merkezine transfer oldu ve burada 1957 yılına kadar solunum hastalıklarışefi olarak çalıştı. 1957 yılında Hong Kong’da ortaya çıkan grip salgınında etkenin yeni bir mutant olduğunu buldu ve daha virus Amerika’ya tam ulaşmadan 40 milyon doz aşı üretimine öncülük etti. Böylece Hong Kong gribinin ülkesinde daha fazla can almasına engel oldu. Daha sonra Merck&Co şirketinde göreve başladı. Resmi olarak emekli olduğu 1984 yılına kadar burada çalıştı. Emekli olduktan sonra da Merck’te ofisi vardı ve burada çalışmalarına devam etti (4). Yakın dostlarının anlattığına göre, 1963 yılında bir yurt dışı seyahati öncesi kızlarından biri kabakulak hastalığına yakalandı. Kızından boğaz kültürü aldı, bu eküvyonu sığır buyyona koydu ve gece laboratuvarına giderek buzdolabına kaldırdı. Daha sonra bu buyyondan kabakulak virusunu izole etti, tavuk embriyo hücrelerinde çoğalttı ve virusun zayıf bir versiyonunu elde etti. Bu virus hastalık oluşturamayacak kadar zayıf, fakat vücudun savunma sistemini tetikleyip, bağışıklık oluşturacak kadar antijenik özelliğe sahipti. Bu aşı virusunun adı kızına atfen Jeryl Lynn suşu olarak isimlendirildi (5). Bilim adamları arasında bir efsane olmasına rağmen, genel kamuoyunda pek fazla tanınan biri değildir. Ancak tarihte aşı uzmanı bir bilim adamı olarak büyük etki bırakmıştır. O ölümünden önce birçok önde gelen bilim adamıtarafından buluşlarıyla en çok hayat kurtaran bilim adamı olarak isimlendiriliyordu.

Maria Cruie ve Radyoaktivite’nin keşfi

Marie Curie veya doğum ismiyle Maria Salomea Skłodowska (7 Kasım 18674 Temmuz 1934), Polonya asıllı kimyager ve fizikçi. Sonradan Fransız vatandaşlığına geçmiştir.

Radyoaktivite üzerine yaptığı çalışmalarla iki farklı alanda Nobel Ödülü kazandı. Uranyumla yaptığı deneyler sonucu radyoaktiviteyi keşfetti. Toryumun radyoaktif özelliğini buldu ve radyum elementini ayrıştırdı. 1903 Nobel Fizik ödülü, 1911 Nobel Kimya ödülü sahibi ve radyoloji biliminin kurucusudur. Çalışmalarıyla bir çığır açan Curie, Nobel Ödülü'nü alan ilk kadın, bu ödülü iki kere alan ilk bilim insanı olmuştur.Varşova'nın Clandestine Floating Üniversitesinde okudu ve uygulamalı bilimsel eğitimine başladı. 1891 yılında 24 yaşında Curie yüksek derece kazandı ve onu izleyen bilimsel çalışmaları Paris'te eğitim için büyük kardeşi Bronisława kadar takip etti. Marie'nin kocası Pierre Curie ile ve fizikçi Henri Becquerel Fizik 1903 Nobel Ödülünü paylaştı. Marie Kimya 1911 Nobel Ödülü de kazandı.

7 Kasım 1867 tarihinde Polonya'nın Varşova kentinde dünyaya geldi. Babası Wladislaw Sklodowski Varşova lisesinde fizik ve matematik öğretmeni iken annesi Bronislawa Sklodowski yatılı kız yurdu müdürüydü.Ailesi, annesinin müdürlük yaptığı yurtta kalıyordu. Sofia, Hela, ve Bronya isimlerinde 3 kız, Joseph isminde bir erkek kardeşi vardı. 1875 yılında ablaları Sofia ve Bronya tifüse yakalandı, Sofia 1876 yılının Ocak ayında ölürken Bronya iyileşti. 2 yıl sonra Marie'nin annesi verem sebebiyle öldü. Gençlik yıllarında yaşadığı Varşova, o sırada Rus yönetimi altında, Rus Çarı II. Aleksandr tarafından yönetiliyordu. Ülkedeki eğitim sistemi nedeniyle kadınların üniversiteye gitmesi ya da teknik eğitim görmeleri için yurt dışına çıkmaları gerekiyordu. Kardeşi Bronya ve Marie çalışıp para biriktirdiler, 1885 yılında Bronya Sorbonne'da tıp eğitimi almaya başladı. Mezun olduktan sonra Marie'ye matematik ve fizik eğitimi alması için yardım etti.1891 yılında Paris'te ablasının yanında eğitime başlayana dek Varşova'da Endüstri ve Tarım Müzesi adı altında gizlice eğitim veren Polonya okulunda eğitim aldı.Paris'e gidince önce ablasının yanında kalarak sonrasında ise küçük bir tavan arasında yaşayarak eğitimini sürdürdü. 3 Kasım 1891 tarihinde başladığı eğitimde bir buçuk yıl sonunda sınıfının birincisi olarak fizik diploması aldı. 1894 yılında ise ikinci diplomasını matematik alanında aldı. Bir sonraki hedefi ise öğretmenlik diploması alıp Varşova'ya dönmekti.

1894 yılında Polonyalı bir bilim insanı aracılığıyla, kardeşi Jacques ile piezoelektriği keşfeden Pierre Curie ile tanıştı. 35 yaşındaki Pierre Curie, Endüstriyel Fizik ve Kimya Okulu laboratuvarının başkanıydı. Marie ve Pierre, ortak bilimsel ilgilerinin de katkısıyla birbirlerine bağlanıp, Temmuz 1895'te evlendiler. Bu tarihten itibaren Maria Skłodowska yerine Marie Curie adını aldı.

1896 yılında öğretmenlik diplomasını aldıktan sonra 1897'de, daha önce Henri Becquerel (okunuşu: Bekerel)'in duyurduğu, uranyum tuzlarının yaydığı, sonraları radyoaktivite olarak adlandırılacak ışın üzerine detaylı araştırmalara başladı. Fakat Eylül 1897'de ilk kızı Irene'in dünyaya gelmesi, çalışmalarına ara vermesine sebep oldu. 1898 başlarında çalışmalarına hız veren Marie toryumun da bu ışınları yaydığını fark etti. Bu noktada eşi Pierre de kendi çalışmalarını bırakarak Marie'ye yardım etmeye başladı.

Bu arada Becquerel, iki farklı uranyum mineralinin daha aktif olduğunu keşfetti.

Temmuz 1898'de Curie'ler yeni radyoaktif bir element olan ve uranyumun radyoaktif bozunmasından ortaya çıkan polonyumu bulduklarını duyurdular. (İsmini Marie'nin vatanı Polonya'dan esinlenerek koydular).Eylül 1898'de Fransız kimyacı Eugène-Anatole Demarçay'ın spektroskopi yöntemi ile tanımlanmasına yardım ettiği, doğal radyoaktif element radyumu duyurdular.

Marie, 1904 yılında doktorasını vererek Fransa'da gelişmiş bilim alanında doktora unvanı alan ilk kadın oldu. Aynı yıl radyoaktivite konusundaki araştırmalarından dolayı, kocası ve Becquerel ile paylaştığı Nobel Fizik Ödülü'nü alarak, tarihte Nobel Ödülü alan ilk kadın oldu.

1904 yılında eşi Pierre Sorbonne'da öğretmenliğe başladı. Marie de Sevr'deki bir kızlar okulunda fizik öğretmenliği yapmaya başladı. Aynı yılın sonlarına doğru ikinci kızları Eve doğdu. O sıralar Marie ve Pierre, radyasyondan kaynaklanan rahatsızlıklar geçirmeye başladılar.Radyumun dokuya verdiği zarar, araştırmacılar tarafından kabul edilmeye başlanmıştı. Aynı zamanda, radyumun etkisinin kötü dokulara uygulanarak tedavide kullanılabileceği fikri de doğmaya başlamıştı. Amerikalı mucit Alexander Graham Bell, kanserin tedavisi için tümöre radyum verilmesini önermişti.

19 Nisan 1906'da Pierre Curie bir at arabasının çarpması sonucu öldü. İki çocuğu ile dul kalan Marie, kocasının Sorbonne'daki öğretmenlik görevini sürdürdü ve 1908'de Sorbonne'daki ilk kadın profesör oldu

Curie ve Poincare 1911'de Solvay konferansı sırasında

1911 yılında radyum ve polonyumun keşfi ve araştırılmasındaki rolünden ötürü Nobel Kimya Ödülü'ne layık görüldü. Böylece tarihte iki Nobel Ödülüne sahip ilk kişi oldu.Halen 2 Nobel Ödülüne sahip tek kadındır.Yaptığı çalışma bir elementin radyoaktif işlemlerden sonra başka bir elemente dönüşebileceğini gösteriyordu

Bu başarılarının yanı sıra kişisel saldırılara maruz kaldı. İlk olarak tümü erkeklerden oluşan Fransız Bilim Akademisi bir oyla üyeliğini reddetti. Ardından, Paul Langevin ile arasında aşk ilişkisi olduğuna dair dedikodular yayılmaya başladı. Evli ve Pierre Curie'nin yakın dostu olan Paul Langevin ile Marie arasındaki bu dedikodu gazetelere Langevin skandalı olarak yansıdı ve Marie'nin ikinci Nobel Ödülünü alması bile arka plana atıldı. Langevin gazetenin baş editörünü halkın önünde yapılacak düelloya davet etti. Editörün silahını çekmemesi ile o zamanın anlayışıyla gülünçleşen olay, konunun kapanmasını sağladı.

Marie Curie, Aralık 1911'de Nobel Ödülünü almak için Stokholm'e gitti. Buradaki konuşmasında, Pierre Curie'nin yardımlarını küçümsemediğini de belirterek, radyoaktivitenin atomun bir özelliği olduğu hipotezinin kendi çalışması olduğunu duyurdu. Fransa'ya geri dönen Marie Curie, çalkantılı geçen yılın etkisi ile depresyona girdi.

1914 yılında Paris Üniversitesi'nde Radyum Enstitüsü kuruldu ve Marie Curie ilk müdür olarak atandı. Hayatı boyunca radyumun tıptaki önemine dikkat çekti. I. Dünya Savaşı sırasında taşınabilir röntgen cihazları yaparak, kızı Irene ile birlikte, genç kadınlara x ışını teknolojisini öğretti. Ayrıca fizik tedavi uzmanlarına savaş ortamında radyoloji ekipmanını nasıl kullanacaklarını gösterdiler. Bu esnada yüksek dozda radyokaktif ışına maruz kaldılar.

1920'li yıllarda bilime katkısını sürdürdü. Varşova'daki Radyum Enstitüsü'nün kurulmasında önemli rol oynadı. Başkan Herber Hoover'ın kendisine verdiği 50.000 dolar ödülle Varşova'da yeni kurulan laboratuvara radyum aldı.

1934 yılında Fransa'nın Savoy kentinde kan kanserinden öldü. Hastalığı, aşırı dozda radyasyona maruz kalmasına bağlandı  Bu yüzden ona "bilim için ölen kadın." denildi. Radyokaktivite çalışmalarından dolayı, radyokativite birimine "curie" denilmektedir. Ölümünün ardından Sceaux'taki aile mezarlığına gömülmüş ancak, 20 Nisan 1995'te Marie Curie'nin ve kocasının mezarları Fransa' nın ulusal anıt mezarı olan Panthéon'a Marie Curie başarılarından dolayı bu şerefe layık görülen ilk kadındır. Başarılarına radyoaktif izotopları izole etmek için radyoaktivite teknikleri teori ve iki unsurdan, polonyum ve radyum keşfi de dahildir. Curie'nin yönetimi altında, dünyanın ilk çalışmaları radyoaktif izotoplar kullanılarak, neoplazmaların tedavisi içine yapılmıştır.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.