banner460
banner128

Güneşli ama serin bir hafta sonundan merhaba sevgili “Dünlük”… “Biz bitti demeden yaz bitmez” söylemleriyle yazı uzatmaya çalışsak da sonbahar kapıda… Ben kış çocuğuyum diye mi bilmem sonbaharı ve kışı daha çok severim. Hele evdeysem, kitabım ve kahvem varsa yağmur manzarası eşliğinde oturmak en sevdiğim şey.

Sonbaharın gelişiyle doğanın renkleri pastelleşirken pandemiye rağmen değişimler de sürüyor. Mesela her ne kadar eğlence sektörü salgından en çok etkilenen sektör olsa da diziler tam hız devam ediyor! Yeni yayın dönemiyle birlikte dizilerin yeni sezon bölümleri başladı. Bazı kanallar da çok iddialı dizilerle merhaba dedi yeni yayın dönemine.

Dizi izlemeyi sevmiyorum. Daha doğrusu yayın saatini doldurmak için güzel başlayan senaryoların nasıl saçmaladığını göreli beri bıraktım dizi izlemeyi. Ancak internetten final sezonu yapmış dizileri izliyorum. Çoğu da yabancı ve polisiye diziler. Tercih meselesi.

İkinci Bahar’dan sonra hiçbir yerli diziyi tamamiyle izlemedim. Bazısına başladım, beş altı bölüm sonra bıraktım. (Ufak Tefek Cinayetler) Bazısını ara ara izledim (İçerde).

TRT’nin Psikiyatrist Gülseren Budayıcıoğlu’nun “Madalyonun İçi” adlı kitabından esinlenerek çektiği “Masumlar Apartmanı”nı öncelikle TRT’de olduğu için izlemem diyordum. Ama salı gecesi yapacak başka bir şey bulamayınca bir bakayım dedim.

Temizlik hastası bir abla, onun kendine kurban seçip kendine benzetmeye çalıştığı kız kardeş, onların arasında ne kadar olabilirse o kadar normal kalmaya çalışmış bir erkek kardeş, temizlik hastalığının getirisi astımla o evde sağlıklı bir ruh halinde kalmaya çalışan en küçük kız kardeş. Bir de şeker hastası ve pasif bir baba…

İzlerken kalbim sıkışmadı değil. (Temizlik hastası ablanın boşa harcadığı suları izlerken en çok da…) Ablanın anılarından anladığımız kadarıyla her şeyin sorumlusu despot ve temizlik hastası bir anne. Ancak benim takıldığım nokta, eşinin o halini, çocuklarını nasıl etkilediğini görmeyen, görmezden gelen babanın durumu. Nasıl vücudumuzda bir yerimiz ağrıyınca doktora gidiyorsak, ruhumuz da ara ara hastalanabiliyor. Bu durumda çare arıyoruz, doktora gidiyoruz. Çoğu kişi için (okumuş, belirli bir kültür seviyesine sahip kişiler için bile) psikiyatra, psikoloğa gitmek “delilerin işi” olsa da, düzelmek istiyorsak gitmek gerekiyor. O baba eşini, hadi onun için çok geç kaldı diyelim, çocuklarını zamanında bir psikiyatra götürse belki hepsi kurtulacaktı. (Ama tabii o zaman dizi olmayacaktı:)

Corona virüsü salgını nedeniyle evlere kapandığımız o ilk günlerde, salgın tamamen bittiğinde psikolojik bazı rahatsızlıkların başgöstereceğini düşünüyordum. Hala da düşüncem aynı yönde. Virüsten kurtulmak için temizlik şart tabii ama abartıldığında Obsesif Kompulsif Bozukluğa kadar gidebileceğini unutmamak lazım. Sosyalleşme neredeyse bitme noktasına geldiği için yalnızlık da bir süre sonra insanları etkilemeye başlayacak. Her ne kadar Özdemir Asaf “Yalnızlık paylaşılmaz… Paylaşılsa yalnızlık olmaz” dese de yalnızlık hissini güzel şeylerle ikame etmek lazım. Telefonda bile olsa dost sohbetleriyle (Tabii karşılıklı istemek şartıyla), kendinize yakın hissedeceğiniz kitap karakterleriyle belki… Ya da hoşa giden birkaç hobi… Yazmak, yazarak paylaşmak iyi hissettiriyor mesela bana. Bugün yazdıklarım biraz daldan dala atlamak gibi olsa da…

Her zaman iyi hissetmek dileğiyle…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.